Aşağıdaki yazı Mimesis dergisi için kaleme alınmıştır.
Oyun Kültürü başlıklı bir önceki yazımda okullarda oyun
çalışanlarının yapılandırılmış zamanlar dışında neler yapması gerektiğine dair
önermelerim vardı. Özellikle çocukların okullardaki oyun hakkı ihlalleri,
sağlıklı oyun alanı ve oynama kültürü konusunda ortam düzenleyici olma ve
okulun idareci, öğretmen ve velilerini bilinçlendirme sorumluluklarımızdan
bahsetmiştim
Bülent Sezgin’in Oyun-Tiyatro-Drama isimli BGST
yayınlarından 2015 yılında çıkan kitabında, özellikle oyun-kontrol-özgürlük
üzerine yazdıklarına katkıda bulunmak isterim. Önce Sezgin’in bu konuda
yazdıklarına bakalım:
Sezgin, oyun tanımını
“oyunun çıkar gözetilmeyen” bir etkinlik olarak değil, “kendinden başka bir
amacı olmayan bir etkinlik” olarak yapmanın daha doğru olacağını söylüyor.
“… Ki zaten Huizinga’nın orijinal metninde oyunun “çıkar
gözetilmeyen” etkinlik olduğu şeklinde bir tanımlama bulunmamaktadır. Örneğin
futbol oyununu ele alırsak, oyun gol atıp yenmekten başka amaç taşımaz. Yani
oyun bitiminde alınacak prim, edinilecek ün vs. ikincil niteliktedir. Asıl olan
oyunun kendinden başka bir amaç taşımayan saf halidir. Futbol profesyonelce de
oynansa, amatör olarak da oynansa, oyun teorisinin temel kuralları işler. Amaç
para kazanmak da olsa, oyun kurallarına uygun bir şekilde oynanmalıdır. Oyunun
asıl belirleyici özelliği gönüllülüğüdür. Gönüllülük olmazsa oyuncu oyunu
oynamaz. Oyuncunun varoluş nedeni, maddi kazançtan öte, oyunu saf, kurallarına
uyarak ve oyun içinde kendini yeniden var ederek oynamak zorunluluğudur. “Zorla
it ava gitmez”, “zor oyunu bozar” şeklindeki atasözleri de bu bağlamda
yorumlanabilir. Oyuncunun oyunu oynamak için tek ihtiyacı olan şey gönüllü bir
şekilde kurallara uymak ve oyundan keyif almaktır. Oyunun saf ve doğal hali
için bu tarz tanımlama daha uygundur.”
Kitabın sonuç bölümünde aşağıdaki paragrafta yazılanlar
okullarda drama-tiyatro ile oyun ayrımında referans niteliğindedir:
“Çalışmada ortaya çıkan önemli sonuçlardan birisi de oyunun
günümüzde ‘doğal ve özgür’ bir eylem olmaktan çıkıp, ‘yapılandırılmış’ bir
etkinlik olma yönünde farklılaşmasıdır. Bu durum BM Çocuk Hakları Sözleşmesi
31.maddesi bağlamında, gerekse de sivil toplum kuruluşları tarafından dünyanın
dört bir yanında tartışılan sosyolojik ve politik bir meseledir. Oyun üzerinde
kontrol kurma ihtiyacı, Platon’dan günümüze dek süren politik bir tartışmadır.
Devletçi sistemlerin bir yandan oyuna ihtiyacı vardır, bir yandan da özgür oyun
kontrol altına alınmalıdır. Bu bağlamda hem oyun, hem drama, hem de tiyatro
tarihsel süreçte ‘özgürlük’ ve ‘kontrol’ mekanizmalarının etkisinde kalmıştır.”
Bu andan itibaren oyun ve çocuk arasındaki ilişkiyi, eğitim
sahasında değerlendirerek ve özgürlük-kontrol mekanizmalarını deneyimlerimden
hareketle ele alacağım.
Yaygın olarak okullarımızda çocukların geçirdiği zamanlar
belirli zamanlarda belirli bilgi ve becerilerin çocuklara aktarılması şeklinde
gerçekleşiyor. Dersler, sanat-spor-sosyal etkinlik saatleri olarak da
belirtebileceğimiz bu yapılandırılmış zamanlar öğretmenlerin kontrolünde
gerçekleşiyor. Çocukların en özgür olduğu anlar ise teneffüsler, okula geliş
gidişler ve varsa boş dersler, derse geç gelen öğretmenlerin bıraktığı
dakikalar oluyor.
Okullarda çalışan drama eğitmeni, rehber öğretmen,
psikologlar, eğitim plancıları vb. aktörlerin üzerinde pek kafa yormadığı bu
özgür zamanlar, öğrenciler için birer lütuf gibi görünmekte. Çocukların
okullarında geçirdiği en maceralı zamanlar genellikle bu kontrolsüz zamanlarda
gerçekleşiyor. Çocukların okul dünyasındaki kurallarını belirleyen yetişkinler
ise çeşitli deneyimlerden yola çıkarak çocuklara zarar gelmesin, okul
eşyalarına zarar gelmesin ve en önemlisi de otoritelerine zarar gelmesin diye
bu özgür alanlara da kurallar koyuyorlar. İlk akla gelen örnekler teneffüste
koşmamak, bahçede ağaç varsa ağaçlara tırmanmamak, sıraların yerini bozup gemi
yapmamak. Halbuki çocuğun koridorda koşması, bahçede ağaçlara tırmanması,
sıraları bir gemi olarak hayal etmesi en gerçek uğraşı, en temel ihtiyacı.
Bu ihtiyaçtan yola çıkarak, Bülent Sezgin’in doktora
tezinden başlayıp, kontrol ve özgürlük kavramları ile başladığım yazıyı iyice
daraltarak, işlerinde hammadde olarak oyunu kullanan drama-tiyatro
eğitmenlerine okullarda oyun kültürüne yönelik ders dışı sorumluluklarını hatırlatırım.
Okullarda çalışanları; çocukların okul içi ve bahçesinde
oyun oynama kısıtlılıklarını tespit edip, bulunduğu kurumdaki yöneticisinden,
öğretmenine, kat hizmetlisine kadar herkese çocuğun oyun ihtiyacı ve özgür
oynamaları konusunda çalışmalar yürütmelidir. Belki de oyun oynama haklarını
çocukların bizzat kendilerinin arayacağı çalışmalar yürütmelidir.
Peki bir okulun oyun kültürüne nasıl etki edilebilir:
1) Oyun haritası isimli bir proje çalışması ile; okulda
çocukların oyun oynayabileceği sanat ve spor alanlarını belirledik. Her eğitmen
haftanın belli günlerinde kendi sorumluluk alanlarında mekanın imkan verdiği
oyunları (sosyal oyunlar, akıl oyunları, sokak oyunları, tasarımsal oyunlar
vb.) kendi isteği ile ders dışı zamanlarda gelen öğrencilere oynattılar. Okulun
her yerine astığımız bu haritada; hangi saatte, nerede, hangi eğitmenin sunduğu
oyun materyalleri var belirttik.
2) Cumartesi günleri, veli-öğrenci katılımlı atölyelerde
oyun deneyimlerimizi ebeveynlerle paylaştık.
3) Okuldaki pek çok projeyi oyun tabanlı yaptık. Oyunla
yazma etkinlikleri, oyun üretme laboratuarları vb. işler ürettik.
4) Birinci sınıf öğrencilerimizle okulun kütüphanesinde
evcilik oynayabilecek bir oyuncak köşesi yaptık.
5) İki, üç ve dördüncü sınıf öğrencilerimizin sokak
oyunlarını her yerde oynayabileceği taşınabilir oyun zeminleri yaptık ve
teneffüslerde istedikleri gibi oynamaları için oyun materyallerini sınıflarına
emanet ettik.
Okullara çeşitli kalite, temizlik standartları vb. belgeler
verilir. Umarım bunların arasına DİKKAT BU OKULDA OYUN ÖZGÜR belgesi de
ekletebiliriz.
Yazının yayınlandığı kaynak: http://mimesis-dergi.org/2016/08/okullarda-oyun-kulturu-2/