Aşağıdaki hikaye ONYX rumuzu ile yazan 14 yaşındaki bir oyunbaz tarafından yazılmıştır. BiOyunKur’un eğitsel hedefle kullandığı bir web 2.0 aracı ile oluşturulan kamp alanında bir çadır ve yakında şelalesi olan bir arazi hikayenin çıkış noktası olmuştur.
Hikayeyi oluşturma sürecimiz iki ay devam etmiştir.
Her çalışma bir paragraf ilerleyecek şekilde kurgulanmış olup bazen haftada bir
gün a-senkron olarak da bir paragraf yazılmıştır. Oyun her buluşmamızın başında
hem kelimelere ısınma, hem çalışmaya ısınma, hem de hikayenin sıradaki
paragrafını oluşturmak için etkin kullanılmıştır.
Oyunun kullanımına bazı örnekler:
Birinci örnek; Bir şelale fotoğrafı gönderilir.
Ardından bu mesaj eklenir. “Emre uyandığında çektiği bu manzara fotoğrafına
bakar. Bu fotoğraftaki insanların normalde orda olmadığına adı gibi emindir.
Ama fotoğrafta bir bot dolusu insan görür. ..”
İkinci örnek: Evde çoraplardan bir karınca yuvası,
fasulyelerden de bir karınca kolonisi yapma görevi, zamana karşı bir oyun
görevi olarak verilir. Devamında içinde karıncaların geçtiği paragrafın
yazılması istenir.
ONYX ile bu hikayeyi çalışmak çok keyifliydi. Hem
oyunlara katılımı, hem de yazma serüveni boyunca motivasyonu hep çok iyiydi.
Özellikle strateji oyunlarında çok başarılı sonuçlar aldı. Düşünme ve
düşündüğünü eyleme geçirme konusunda sözden çok yazı daha etkili kullandığı bir
iletişim aracı oldu.
Oyun Koçu, Nedim Buğral
KIRMIZI
GÖZ
Sonbahardan yaprakları sararmış olan ağaçların
arkasındaki kayalardan şırıl şırıl akan şelale etrafa bir esinti yayıyordu.
Emre esintiyle sallanan ağaçlardan birinin çadıra çarpmasıyla irkildi. Kaldığı
sayfanın ucunu kıvırdı ve kitabını bir kenara koydu. Kırmızı montunu sırtına
geçirip üzerinde kahverengi çizgileri olan beyaz çadırından usulca çıktı.
Yaprakların üzerinden geçerken yağmurdan oluşan göletçiğin içindeki kurbağanın
dışarı çıkıp bir sineği kolayca avlamasına şahit oldu. Keşke fotoğraf makinam
yanımda olsaydı diye düşündü.
Esintiye doğru yürümeye devam etti. Omuzlarına gelen
saçları esintiyle uçuşuyordu. Montunun cebinden siyah tokasını çıkarıp
saçlarını topladı. Yaprakları hafif turunculaşmış kavak ağacının altına oturup
biraz uzandı. Telefonunu çıkardı ve ağacın bir fotoğrafını çekti. Fotoğraf
makinesiyle çektikleri kadar güzel değildi ama idare ederdi. Bir süre
dinlendikten sonra kalkıp esintiye doğru yürümeye devam etti. Bir süre sonra
kayalıklara ulaştı. Kayalıklar yüksekti ama tırmanılabilecek durumdaydılar.
Emre, ellerini ve ayaklarını yerleştirebilecek oyuklar bulduktan sonra
tırmanmaya koyuldu.
Emre kayaların üzerinden gördüklerini şaşkınlıkla
izledi. Karşısında kocaman bir şelale vardı! Kendi kendine fotoğraf makinesini
unuttuğu için bir kez daha kızdı. Telefonunu çıkardı ve bu görüntünün
fotoğrafını çekti. Galeriyi açıp çektiği fotoğrafa bakınca ışığın yönü
yüzünden hiçbir şeyin belli olmadığını fark etti. Fotoğraf makinasını unutmamış
olsa çekim ışığını karartıp bu güzelim şelalenin fotoğrafını çekebilecekti.
Şimdi ise karşıya geçmesi gerekiyordu. Geçebileceği bir yer bulana kadar
gezindi. Sonunda kayaların kısmi bir baraj oluşturduğu yeri buldu. Burada
akıntı o kadar da güçlü değildi. Su gayet durgundu. Sürüklenmeden geçebilirdi.
Ayakkabılarını çıkartıp çoraplarını da onların içine koydu. Paçalarını bir
güzel sıvadı ve ayakkabılarını alıp suyun içinde yürümeye başladı. Su buz
gibiydi, ayakları donuyordu. Tatlı bir donmaydı bu, vücudunu serinletiyor ve
insana kendini canlı hissettiriyordu. Çocukken ailesiyle kışın kalmaya
gittikleri dağ evinin yanında da böyle bir şelale vardı. Orada oynamaya
bayılırdı. Birden köpekleri Pati geldi aklına. Ne çok özlemişti onu. Halbuki o
kadar iyi anlaşamazlardı. Esasında ablasının köpeğiydi. Çok kıskanırdı onu. Ne
kadar güzel anlaşıyordu Pati ile. O da isterdi Pati ile iyi anlaşsın, bütün gün
oyun oynasın. Olmamıştı işte. Böyle öğrenmişti hayatta her istediğini elde
edemeyeceğini. Bir gün Pati’yi bir kuyunun içinde bulmuşlardı. Ne yaptılar ne
ettilerse çıkaramamışlardı. İtfaiye ekibi de gelene kadar orada boğulmuştu
hayvancağız. Ablası ağlayarak odasına kaçınca o da peşinden gitmişti. Odasına
girip usulca sarılmıştı ona fakat ablası onu itmişti. Onu Pati'yi kuyuya
atmakla suçlamıştı. Emre çocuk aklıyla bu duruma bir anlam verememişti ama bir
şey de dememişti. Bunları düşünürken aniden suyun içine düştü. Bir yosuna ayağı
takılmıştı. Hemen telefonunu cebinden çıkarıp suyun üstünde tuttu. Umarım bir
şey olmamıştır diye düşündü. Bir an önce ayağa kalktı. Sırılsıklam olmuştu.
Hemen ayakkabısının tekini yakaladı. Diğer tekini bulamamıştı. Yanına
baktığında öbür tekin şelaleden aşağı doğru düşmek üzere olduğunu gördü. Artık
çok geçti. Önce telefonunu hallettikten sonra aşağı inip ayakkabısını almaya
karar verdi. Sudan çıktıktan sonra hemen telefonunu kontrol etti. Hala
çalışıyordu. Şelaleye doğru yürümeye başladı. Etraf kayalık olmasaydı koşardı.
Sonunda şelaleye vardığında aşağıya inebileceği bir yer ararken aklına bunca
şeye bir fotoğraf için girdiği geldi. Hafifçe sırıttı ardından telefonunu
çıkarıp şelalenin bir fotoğrafını çekti. Sonuçta bunca çaba boşa gitmemeliydi
değil mi? Aşağı inebileceği bir yer bulduktan sonra bir elinde ayakkabısı
üzerinden sular akarken tekrar kayıp düşmemeye dikkat ederek kayaları tek tek
geçmeye başladı. Sonunda aşağıdaydı. Şelalenin oluşturduğu gölün etrafında bir
süre dolaştıktan sonra ayakkabısını gördü. Çok şükür su şeffaftı da içine
girmesine gerek kalmamıştı. Göl derin değildi. Hemen ilerleyip ayakkabısını
aldı ve karaya gitti. Başından beri yanında olan teki ayağına geçirmeye çalıştı
ama sanki içindeki bir şey engelliyordu. Elini ayakkabının içine sokup bu şeyi
çektiğinde bunun çorabı olduğunu fark etti. Önce çorabını ayağına geçirip sonra
da ayakkabısını giydi. Ayakkabısının öbür tekinin içine elini uzattığında
çorabının orada olmadığını fark etti. Etrafına bakındı ama yoktu. Çok
yorulmuştu. Bir de çorabı aramaya girişemem diye düşünüp ayakkabısını ayağına
geçirdi ve ayağa kalkıp ayaklarından şap şap sesler çıkartarak çadırına doğru
yürümeye başladı. Göletçiğin yanından geçerken kurbağanın artık orada
olmadığını fark etti. Biraz daha ilerledikten sonra çadıra varmıştı.
Üstündekileri çıkardı ve yerdeki kurumuş sonbahar yapraklarının üzerine serdi.
Etraftan birkaç taş topladı ve uçmasın diye giysilerin üzerine koydu. Çadırının
ağzını araladı ve sonunda zor da olsa çadırın içine girdi. Kendini hemen yüz
üstü attı matın üzerine. Neler yaşadım ben son onbeş dakika! diye düşündü.
***
Telefonunun çalmasıyla birden gözlerini açtı. Uyuyakalmıştı.
Bir süre etrafa bakındıktan sonra telefonunu eline aldı. Arayan ablasıydı.
Telefonu açtı;
-Alo?
-Neredesin sen!
-Evdeyim abla.
-İki saattir kapıyı çalıyorum ama açan yok nedende.
-Benim evin kapısını mı?
-Yok canım, kendi evimin kapısını.
-Tamam abla ya başlama yine.
-Oyalanma da aç kapıyı.
-Açmasam?
-Niyeymiş o?
-Iı şey, hastayım da...
-Ne hastalığı?
-Üşütmüşüm. Biliyorsun, sonbahardayız.
-İyi madem sonra uğrarım. Hadi kapattım görüşürüz.
-Görüşürüz...
Emre telefonun kapandığını görünce sesli bir of çekti.
Ablası neden evinin önündeydi ki sanki? Biraz yalnız kalmak istemişti sadece
ama onda bile bir yolunu bulup rahatsız etmişlerdi. Gerçi onda da biraz suç
vardı. Ormana gideceğini söylememişti ki nerden bilsinler. Gerçi söylese biz de
geleceğiz diye tuttururlardı. Tek çözüm böyle haber vermeden gitmekti. Her neyse
dedi kendi kendine. Telefonunu sırt çantasının içine koydu ve kenarda duran
kitabını eline alıp kaldığı yerden okumaya devam etti.
Okuduğu kitap bir yazarın otobiyografisiydi. Yazarın
savaşta pilotluk yaptığını anlattığı bölümdeydi. Yazar kaza geçirip görme kaybı
yaşamıştı ama hala yazıyordu. Emre, yazarın yaşadığı bu sıkıntıya rağmen hala
yazmasından çok etkilenmişti. Engeli yüzünden pes etmemişti. Bunun birçok
kişiye ilham kaynağı olabileceğini düşündü. Bir sonraki sergisinin konusunun bu
olmasına karar verdi. Kitabını dizinin üstüne koyduktan sonra sırt çantasından
telefonunu çıkarıp notlar adlı uygulamayı açtı. Sergi fikirleri adlı notuna
girdi ve sayfanın en üstüne bu fikri ekledi. Yazdığını okuduktan sonra
telefonunu kapatıp çantasının içine geri koydu. Dizinden kitabını aldı ve
okumaya geri döndü.
Emre, bir anda acıktığını hissetti. Kitabını çantasına
koyduktan sonra kırmızı montunu sırtına geçirip çadırdan çıktı. Arabasına doğru
yürümeye başladı. Yanında getirdiği yemekler arabasının bagajındaki taşınabilir
buzluktaydı. İlerlerken sönmüş bir kamp ateşi gördü. Arda kalan odunun külleri
rüzgarla etrafta uçuşuyordu. Az sonra arabaya varmıştı. Bagajı açıp içinden
kamp sandalyesini ve tüpünü aldı. Tam çadıra geri dönecekti ki yemeği almayı
unuttuğunu fark etti. Taşınabilir buzluğun içinden üç tane köfte ve biraz da
fırında patates aldı. Bunları yanında getirdiği çelik kasenin içine koyduktan
sonra arabasını kilitleyip çadıra geri döndü. Sandalyesini yerleştirdikten
sonra elindeki eşyaları üzerine gelişigüzel koydu. Artık eli boşaldığına göre
tüpü yerleştirip yakabilirdi. Tüp hallolduktan sonra tası üzerine koydu.
Buzlukta olmasından dolayı köfteler donmuştu. Bunu fark edince hemen tüpü
kapattı. Köftelerin çözülmesini beklerken anıları aklına geldi. Eskiden annesi
buzluktan bir şey aldığında üzerindeki buzları kar sanırdı. Bunları düşünürken
köfteler çözülmüştü bile. Hemen tüpü açıp köftelerle patatesleri pişirmeye
koyuldu. Beklerken çadırdaki çantasından bir muz alıp yedi. O muzu yerken yemek
de pişmişti. Çok acıkmış olmasından gerek tasın içindekileri hemencecik
bitirmişti. Etrafı toplayıp eşyaların rüzgardan uçmayacağını kesinleştirdikten
sonra çadıra girdi. Tam matın üzerine yatmıştı ki sırtında bir batma hissetti.
Hemen kalkıp ne olduğuna baktı. Böcek gibi bir şey beklerken batan şeyin
aslında kalemi olduğunu fark etti. Muzu alırken çantasından düşmüş olmalıydı.
Kalemi çantasına geri koydu ve matın üzerine geri yatıp uykuya daldı.
Ablası telefonunda kurduğu alarm gibi ses çıkarıyordu,
ne garip. Sonsuzluğa uzanan beyaz bir odanın içindeydi. Rüya görüyor olmalıydı.
Rüya kelimesi aklından geçtiği anda uyandı. Bir an önce telefonunu çantasından
çıkardı ve alarmı kapattı. Ne olurdu sanki değiştirse şunu? Telefonunu
kapatmaya çalışırken bir ekran fotoğrafı çekti. Oflayarak fotoğrafı silmek için
galeriyi açtı. Fotoğrafa tıkladı ve sildi. Otomatikman bir önceki fotoğrafa
geçmişti. Tam telefonu kapatacakken bir şey fark etti. Fotoğrafta suyun üstünde
kayıkla duran bir aile vardı. Bunu ordayken fark etmemişti. Acaba kendisi oraya
inene kadar onu fark edip gitmişler miydi? Ya da kendisi mi fark etmemişti
kocaman kayığı? Şelaleye geri dönmeye karar verdi. Üstünü değiştirip kırmızı
montunu da sırtına geçirdikten sonra çadırından dışarı çıktı. Telefonunu da
yanına almıştı. Şelaleye doğru ilerlerken attığı her adımda merakı artıyor,
merakı arttıkça da adımları hızlanıyordu. Artık koşmaya başladı. Şelalenin
yakınlarına geldiğinde yavaşladı. Kıpırdayan bir şeylerin olduğunu fark
ettiğinde yavaşça bir ağacın arkasına geçti. Fotoğraftaki gibi suyun üzerinde
bir kayık vardı ama boştu. Kayık tanıdık gelmişti Emre'ye. Sonradan hatırladı
bu kayığı. Daha önceden buradayken karada duruyordu. Suyun üstünde değildi ki.
Şelalenin üst kısmında fotoğrafı çektiği zaman görememişti. Zaten o kısım görüş
açısına girmiyordu. Kameranın kadrajına girmesinin sebebi herhalde telefonu
kaldırabildiği kadar yukarı kaldırmış olmasıydı. Çektikten sonra öyle
dikkatlice bakmamıştı. Belki de baksaydı fark ederdi. Tam ağacın arkasından
çıkacakken iki tane çocuk belirdi. Etrafta koşuşturuyorlardı. Arkalarından da
daha büyükçe bir çocuk gelip kayığa doğru ilerlemeye başladı. Kayığın içinden
bir sepet aldıktan sonra karaya geri döndü. Sepetin içindeki örtüyü yere serip
sepeti de ortasına koydu. Küçük olan çocuklar hemen oraya koştu ve sepetin
içindeki poğaçaları yemeye başladılar. Bir yandan da başka bir dilde
konuşuyorlardı. Bu dilin ne olduğunu anlayamamıştı Emre. Telefonuyla çocukların
bir fotoğrafını çekti. Fotoğrafı büyüttüğünde küçük çocuklardan sarışın
olanının ayağında kaybettiği çorabının olduğunu fark etti. O çocuğun diğer
ayağı ve diğerlerinin de ayaklarında hiçbir şey yoktu. Bunu videoya çekip ablasına
attı. Ardından da mesajla annesine bir şey söylememesini tembihledi. Bir süre
geçmişti ama ablası görmemişti. Herhalde uyuyordu. Çadıra geri dönmeye karar
verdi. Çocukların onu fark etmemesi için sessiz olması gerekiyordu. Yapraklara
basmamaya dikkat ederek yola koyuldu.
Ablası çok geçmeden mesajına geri dönmüştü. Emre kamp
sandalyesinde oturmuş bileğinde tokası öbür elinde de tarağı saçını toplamaya
çalışıyordu. Gelen bildirime hiç aldırış etmeden saçını toplamaya devam etti.
Ardından telefonunu alıp bildirimi açtı. Tahmin ettiği gibi gelen mesaj
ablasındandı. Nerde olduğunu sormuştu. Bizim kamp yerindeyim diye cevap verdi.
Yazdığı gibi de ablasından bir arama geldi. Öfleyerek açtı. Yine başlayacaktı
ablası söylenmeye.
-Kamp yerinde ne işin var senin? Hasta değil miydin?
-Yok abla dırdırınızdan kurtulup biraz kafamı
dinleyeyim demiştim.
-E sen evde değildin yani?
-Değildim. Hem sen niye benim eve uğradın ki?
-Saat kayışı sipariş etmişsin internetten yanlışlıkla
adresi de annemin adresi olarak girmişsin.
-Yok ya onu bilerek yaptım dışarıda olduğum zamana
denk gelirse diye.
-Hem o videodaki çocuklar kimdi?
-Bilmiyorum. Farklı bir dilde konuşuyorlardı. Gelirken
fotoğraf makinamı da alır mısın?
-Nerden çıkarıyorsun geleceğimi?
-Yola çıktığını ikimiz de biliyoruz abla.
-Bırak söylenmeyi de söyle fotoğraf makinan nerede?
-Kitaplıktaki raflardan birindeydi sanırım. Ayrıca bu
seferki hızın rekordu, tebrik ederim.
-Rekormuş! Dönünce gösterir sana annem rekoru.
-Söylemedin değil mi? Biricik kardeşine kıyamazsın
değil mi biricik ablacığım?
-Tabiki de kıyamam biricik kardeşim. Bu yüzden sen
söyleyeceksin.
Ablası bunu söyleyip telefonu kapatmıştı. Bu sonu
olmasaydı bari. Telefonunu bir kenara bıraktıktan sonra etrafın ne kadar
dağınık olduğunu fark etti. Ablası bunu görürse işini bitirirdi. Hemen etrafı
toplamaya girişti.
Etrafı topladıktan sonra arabasının yanına ablasını
beklemeye gitmişti. Kaldırıma oturmuş telefonuna bakarken birinin kafasına
hafifçe vurmasıyla kafasına telefonundan kaldırdı. Sesli bir of çektikten sonra
ayağa kalkıp çadıra doğru hızlıca yürümeye başladı. Beraber ne kadar az zaman
geçirirlerse o kadar iyiydi.
-İnsan bir hal hatır sorar ne bu kabalık!
-Nasılsın?
-İyiyim iyiyim. Ay kabalık olmasın diye iyiyim diyorum
da çok yoruldum. İştir, evdir, annemdir falan koşuştura koşuştura pilim bitti.
Geçen de dışarı çıktım pazara diye bir de kimi gördüm bir bilsen!
-Kimi?
Emre buradan sonra adımlarını daha da hızlandırıp
dinlemeyi bırakmıştı. Arada bir ablasının dediklerini onaylıyordu, dinlemediğini
anlamasın diye.
-Bak dün annemle konuşuyordum karar verdik seni
Hatay'a gönderiyoruz. Annem orda bi kız bulmuş evlenirsiniz.
-Olur.
-Bak şartları da var ama . Fotoğrafçılığı bırakacakmışsın!
-Bırakırım.
-Kasapları varmış. Kızlarıyla evlenen bütün gün orda
çalışıp ciğer kokmazsa adamdan sayılmıyormuş, öyle dediler. Çalışırsın değil
mi?
-Çalışırım.
-Saçını da kesmen lazım yalnız. Öbür türlü kabul
etmezlermiş.
-Sorun yok keserim öyle çok da sıkıntı değil.
-İyi bari ben annemi arıyorum, haber vereceğim.
Beklemeye gerek yok hemen yarın gidip isteriz kızı. Sonraki gün de düğünü
yaparız. Beklemeye gerek yok hemen evlenin.
-Haklısın, beklemeye gerek yok hemen evlenelim. Bir
dakika ne?
Emre durmuş ablasına şaşkın şaşkın bakarken ablası
gülmekten iki büklüm olmuş yerde yatıyordu. Biraz sakinleştikten sonra ne
olduğunu açıklamaya başladı.
"Senin dinlemediğini fark edince biraz eğleneyim
dedim. Ciddi değildim merak etme." Emre ablasına kızmak istemişti ama
dinlemediği için kendinde de biraz suç vardı. Birkaç adım sonra çadıra
varmışlardı. Ablası kamp sandalyesinde kendisi de bir kütüğün üzerinde oturmuş
sohbet ediyorlardı. Bu sohbetleri ablası çocukları sorunca sona erdi. Sultan
hazretlerinin isteği doğrultusunda videoyu çektiği yere gittiler.
Çocuklar hala oradaydı. Bir süre onları izlediler.
Aralarındaki sessizliği ablası bozdu. "Onca filme çevirmenlik yaptım fakat
bu dili hiç duyduğumu sanmıyorum.". Ablası dalmıştı. Büyük ihtimalle
düşünüyordu. Sessizliği bozma sırası bu kez Emre'deydi. "Belki de Afrika
gibi pek film çekilmeyen bir yerdendirler. Olamaz mı?" Ablası çocukları
inceledikten sonra konuşmayı devam ettirdi. "Saçmalama. Çocukların
üzerindeki giysinin büyüklüğünden derileri pek gözükmüyor ama ayaklarına
baksana. Afrikalılar siyahiler bu çocuklarsa beyaz." Bir süre daha
çocukları izledikten sonra havanın kararmaya başladığını fark etmeleriyle
çadıra geri döndüler. Emre ablasına yer açılması için çadırın içindeki
çantasını ve diğer ıvır zıvırlarını dışarı çıkardı. Sanki çadır aniden
büyümüştü. Biri bir kenara, öbürü öbür kenara yatıp uykuya daldılar.
***
Sırtında buz gibi bir basınçla birkaç metre ileriye
savruldu. Korkuyla ayağa fırlamasıyla karşısında devasa bir solucan görmesi bir
oldu. Solucanın hemen arkasında da devasa bir mantar vardı. Emre bu olanlara
bir anlam verememişti. Etrafta gezinmeye başladı. Sadece solucanlar değil her
şey devasaydı. Biraz daha ilerledikten sonra çadırını gördü. Kenardaki minik
yırtıktan içeri girdi. Kurbağanın nasıl çadıra girdiği şimdi anlaşılmıştı.
İçeri girdiğinde ilk fark ettiği şey etrafın mor bir ışıkla aydınlatıldığıydı.
Çadırın tam merkezinde bir kazan vardı ve ablası bu kazanda bir şeyler
pişiriyordu. Ablası bir anda onu eline alıp kazanın içine attı. Korkuyla
gözlerini kapattı. Bir süre öyle durup hala kazanın içine düşmediğini fark
edince gözlerini açtı. Uzayda süzülüyordu. Sanki kazan bir portaldı. Uzayda bir
süre süzüldükten sonra bir yıldızın çekim alanına girdi. Hızla yıldıza doğru
ilerlerken bir yandan da yıldızın sıcaklığıyla terliyordu. Neler oluyordu
böyle? Bütün bunlar rüya olmalıydı. Başka bir mantıklı açıklaması olamazdı.
Bunu düşündüğü anda uyandı. Hızlıca oturur pozisyona geçti ve kafasını çadıra
çarptı. Canı acımamıştı fakat çadırın deli gibi sarsılmasına sebep olmuştu. Ablası
korkuyla kalkıp bir çığlık attı. Zavallı dışarıda ayı olduğunu sanmıştı. Emre’nin
kulakları ablasının attığı çığlıkla çınlıyordu fakat buna aldırış etmeden
ablasını sakinleştirmeye koyuldu.
"Bugün yaşadıklarımı yazmam gerek fakat şu an
yanımda kağıt kalem yok. Bu nedenle ses kaydı alıyorum." Emre kamp
sandalyesinde oturmuş ablasının ondan izinsiz aldığı kalemle taşın üzerine
bir şeyler çizmesini izliyordu. Geri almaya çalışmıştı ama ablası her zamanki
gibi onu dinlememişti. "Bugün şelaleye döndük. Çocuklar yine oradaydı.
Ablam onların yanına gitmeye karar verdi. Onlarla konuşacakmış. Çocuklar ablamı
fark ettikleri anda son hızlarıyla ağaçların arkasına kaçtılar. Ablam
çocukların gittiği yere doğru şaşkın şaşkın bakıyordu. Ben de ağacın arkasından
çıkıp onun yanına gittim. Çocukların teninin çok beyaz ve saçlarının neredeyse
beyaz olduğunu söyledi. Bunda pek bir gariplik yokmuş fakat bir tanesinin göz
rengi kırmızıymış. Ablam bunu söyleyince şok oldum. Bir insanın gözü nasıl
kırmızı olabilirdi ki? Şelalenin orada yaşadıklarımı ablama anlattıktan sonra
çadıra geri döndük. Şu an ablam hala kalemimle taşın üzerine bir şeyler
çiziyor." Emre ses kaydını kapatıp kaydettikten sonra çadırın içine girip
kenara yattı.
***
Emre, sabah uyandığında ablasının orada olmadığını
fark etti. Dışarı çıkıp ablasını ararken yüksekçe bir ağaç kökünün üzerinde tek
ayağının üzerinde duran bir insan silueti olduğunu fark etti. Bunun ablası
olduğunu anlaması için yaklaşmasına gerek yoktu. Kollarını n'apıyorsun
dercesine havaya kaldırdı. Ablası onu fark etmiş olsa gerek "Aman, dur!
Sakın gelme." diye haykırırcasına bağırdı. Emre ne olduğunu anlayamamış
ablasına şaşkın şaşkın bakıyordu. Ablası ne kadar onun yaklaşmasını istemese de
o buna aldırış etmeden yaklaştı. "Yaklaşma diyorum bak. Karıcaları
ezeceksin!" Şimdi anlaşılmıştı ablasının neden böyle davrandığı. O hep
karıncaları sevmişti. Küçükken evlerini karınca bastığında anneleri evi
ilaçlatmıştı. Eve dönüp de karınca ölülerini gören ablası günlerce ağlamış,
odasından çıkmamıştı. Emre karıncalara basmamaya dikkat ederek ablasına
yaklaşmıştı. Ne olduğunu görmeye çalışıyordu. Karıncalar ağaç kökünün etrafında
daire çiziyordu. Daha önce evlerini karınca bastığında böyle bir şey ile
karşılaşmışlardı. Karıncalar eğer onları bir şey durdurmazsa ölene kadar
dönüyorlardı. Bu yüzden bu olaya ölüm sarmalı deniyor olsa gerek. Oluşum sebebi
yemek aramaya çıktıklarında yollarını kaybetmeleriymiş. Küçükken bu olayın ne
olduğunu merak edince araştırmıştı. Acaba biz de kaybolunca daire çizseydik
nasıl olurdu acaba, diye düşünmeden edemedi. Kenardan bir ağaç dalı alıp
yavaşça karıncaları ezmemeye dikkat ederek daireyi bölecek şekilde yerleştirdi.
Kolunun üzerine epeyce bir karınca tırmanmıştı fakat ölüm sarmalı bozulmuştu. Kolunu
silkeleyip biraz geri çekildi ve karıncaların uzaklaşmasını izledi. Karınca
sayısı epeyce bir azaldıktan sonra ablası yere, onun yanına atladı. Emre bir
teşekkür beklerken ablası sadece "Hadi gidelim." demişti. Nereye diye
soramadan ablası sanki onun ne soracağını anlamış gibi cevap verdi.
"Çocukların ailesine."
***
Ablası Emre'nin başka bir soru sormasına fırsat bile
vermeden çocukların kaldığı yere koşar adımlarla gitmeye başladı. Emre de koyun
gibi onun peşinden... Çocukların kaldığı yere vardıklarında kimse orada yoktu.
İkisi birden şelalenin etrafında biraz gezindikten sonra devrilmiş bir ağacın
gövdesinin üzerine oturdular. Ablası Emre'nin aklında soruları olduğunu bildiği
için neden buraya gelmek istediğini anlatmaya başladı. "Hani sen ya çocuklar
Afrikalıysa demiştin ben de tenleri beyaz demiştim, hatırlıyor musun?"
"Evet de bu konumuzla ne ala-" Ablası o kadar heyecanlanmıştı ki
Emre'nin sözünü bitirmesi için bile sabredemiyordu. "Bir tanesinin gözü
kırmızı. Tenleri her ne kadar bembeyaz olsa bile ten renklerini görmezden
gelirsen tipleri aynı Afrikalı tipi. Ayrıca dilleri de Afrika'da kullanılan
dillere gayet benziyor. Fark ettin mi bilmiyorum ama sanki güneş onları
öldürecekmiş gibi derilerinin her bir yanını saklamışlar. Bir süre önce bir yazı
okumuştum. Afrikada albinoların lanetli olduğunu düşünüyorlarmış. Komşuları,
aileleri uğursuzluk getirdiklerini düşünüp onları katlediyorlarmış. Ayrıca
orada doktorlar yerine büyücüler varmış ve bu kişiler albinoların el, kol gibi
vücut uzuvlarının kesilip ve kaynatılıp tüketilince hastalıkların geçtiğine
inanıyorlarmış. Hiç bana yüzünü buruşturma. Ne kadar canice olduğunun
farkındayım." Emre ablasının bu söyledikleri karşısında ne diyeceğini
bilememişti. Şok olmuş bir şekilde ablasına döndü. "İyi de bunu neden
anlatıyorsun ki?" "Anlamıyor musun, albinoların teni pigment
eksikliğinden dolayı bembeyaz olur. Bu yüzden derileri güneş ışınlarına karşı dayanıklı
olmaz. Ayrıca çoğunun gözü mavi olsa da bazılarınınki mor veya kırmızı
olabiliyor. Yani benim akıllı kardeşim bu çocuklar Afrikalı albinolar."
Her şey bir anda daha mantıklı görünmeye başlamıştı. Sessizce şelaleye bakarken
ağaçlardan aniden bir ses gelmesiyle hemen oraya doğru döndüler. Çocuklardan
biri onlara doğru koşup ellerinden ağaçlara doğru çekti. Ağaç dallarının
sıklığından dolayı güneş almayan bir yere geldiklerinde orada daha önce
gördükleri üç çocuktan daha fazlası olduğunu fark ettiler. Kimi bu üç çocuktan
daha küçük kimi de daha büyüktü. Kafalarını biraz sağa çevirdiklerinde iki tane
yetişkinin onları biraz endişeli bakışlarla süzdüğünü fark ettiler. Onlarla
konuştuktan sonra çocuklara bakan bu iki kişinin albinoları koruyan kamplarda
büyüdüğü ve şimdi albino çocuklara büyüdükleri bu kampta baktığı fakat kampın
yerli halk tarafından yakıldığını, bu olayın daha önce çokça kez yaşandığını ve
çözüm olarak buraya göç ettiklerini öğrendiler. Ülkede bulunmaları yasal
olmadığı için de saklanıyorlarmış. Bir süre konuştuktan sonra kamp yerine geri
dönüp eşyalarını toplayıp arabalarına yüklediler. Eve dönme zamanı gelmişti.
İkisi de bu öğrendikleri karşısında sessiz sessiz duruyordu. Kendi arabalarına
binip kendi evlerine geri döndüler. Ertesi gün Emre ablasıyla anlaşıp herkesi
bilinçlendirmek amacıyla bir sosyal medya hesabı açmaya karar verdi. Kim bilir,
belki yeterli kişiye ulaşıp bu çocukların artık rahat rahat yaşayabilmesi için
yeteri kadar para toplayabilirlerdi.
ONYX – Mayıs 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder