2 Haziran 2021 Çarşamba

KIRMIZI GÖZ - Oyunla Yazma Serüveni

Aşağıdaki hikaye ONYX rumuzu ile yazan 14 yaşındaki bir oyunbaz tarafından yazılmıştır. BiOyunKur’un eğitsel hedefle kullandığı bir web 2.0 aracı ile oluşturulan kamp alanında bir çadır ve yakında şelalesi olan bir arazi hikayenin çıkış noktası olmuştur.

Hikayeyi oluşturma sürecimiz iki ay devam etmiştir. Her çalışma bir paragraf ilerleyecek şekilde kurgulanmış olup bazen haftada bir gün a-senkron olarak da bir paragraf yazılmıştır. Oyun her buluşmamızın başında hem kelimelere ısınma, hem çalışmaya ısınma, hem de hikayenin sıradaki paragrafını oluşturmak için etkin kullanılmıştır.

Oyunun kullanımına bazı örnekler:

Birinci örnek; Bir şelale fotoğrafı gönderilir. Ardından bu mesaj eklenir. “Emre uyandığında çektiği bu manzara fotoğrafına bakar. Bu fotoğraftaki insanların normalde orda olmadığına adı gibi emindir. Ama fotoğrafta bir bot dolusu insan görür. ..”

İkinci örnek: Evde çoraplardan bir karınca yuvası, fasulyelerden de bir karınca kolonisi yapma görevi, zamana karşı bir oyun görevi olarak verilir. Devamında içinde karıncaların geçtiği paragrafın yazılması istenir.

ONYX ile bu hikayeyi çalışmak çok keyifliydi. Hem oyunlara katılımı, hem de yazma serüveni boyunca motivasyonu hep çok iyiydi. Özellikle strateji oyunlarında çok başarılı sonuçlar aldı. Düşünme ve düşündüğünü eyleme geçirme konusunda sözden çok yazı daha etkili kullandığı bir iletişim aracı oldu.

Oyun Koçu, Nedim Buğral

 



KIRMIZI GÖZ

 

Sonbahardan yaprakları sararmış olan ağaçların arkasındaki kayalardan şırıl şırıl akan şelale etrafa bir esinti yayıyordu. Emre esintiyle sallanan ağaçlardan birinin çadıra çarpmasıyla irkildi. Kaldığı sayfanın ucunu kıvırdı ve kitabını bir kenara koydu. Kırmızı montunu sırtına geçirip üzerinde kahverengi çizgileri olan beyaz çadırından usulca çıktı. Yaprakların üzerinden geçerken yağmurdan oluşan göletçiğin içindeki kurbağanın dışarı çıkıp bir sineği kolayca avlamasına şahit oldu. Keşke fotoğraf makinam yanımda olsaydı diye düşündü.

Esintiye doğru yürümeye devam etti. Omuzlarına gelen saçları esintiyle uçuşuyordu. Montunun cebinden siyah tokasını çıkarıp saçlarını topladı. Yaprakları hafif turunculaşmış kavak ağacının altına oturup biraz uzandı. Telefonunu çıkardı ve ağacın bir fotoğrafını çekti. Fotoğraf makinesiyle çektikleri kadar güzel değildi ama idare ederdi. Bir süre dinlendikten sonra kalkıp esintiye doğru yürümeye devam etti. Bir süre sonra kayalıklara ulaştı. Kayalıklar yüksekti ama tırmanılabilecek durumdaydılar. Emre, ellerini ve ayaklarını yerleştirebilecek oyuklar bulduktan sonra tırmanmaya koyuldu.

Emre kayaların üzerinden gördüklerini şaşkınlıkla izledi. Karşısında kocaman bir şelale vardı! Kendi kendine fotoğraf makinesini unuttuğu için bir kez daha kızdı. Telefonunu çıkardı ve bu görüntünün fotoğrafını çekti.  Galeriyi açıp çektiği fotoğrafa bakınca ışığın yönü yüzünden hiçbir şeyin belli olmadığını fark etti. Fotoğraf makinasını unutmamış olsa çekim ışığını karartıp bu güzelim şelalenin fotoğrafını çekebilecekti. Şimdi ise karşıya geçmesi gerekiyordu. Geçebileceği bir yer bulana kadar gezindi. Sonunda kayaların kısmi bir baraj oluşturduğu yeri buldu. Burada akıntı o kadar da güçlü değildi. Su gayet durgundu. Sürüklenmeden geçebilirdi. Ayakkabılarını çıkartıp çoraplarını da onların içine koydu. Paçalarını bir güzel sıvadı ve ayakkabılarını alıp suyun içinde yürümeye başladı. Su buz gibiydi, ayakları donuyordu. Tatlı bir donmaydı bu, vücudunu serinletiyor ve insana kendini canlı hissettiriyordu. Çocukken ailesiyle kışın kalmaya gittikleri dağ evinin yanında da böyle bir şelale vardı. Orada oynamaya bayılırdı. Birden köpekleri Pati geldi aklına. Ne çok özlemişti onu. Halbuki o kadar iyi anlaşamazlardı. Esasında ablasının köpeğiydi. Çok kıskanırdı onu. Ne kadar güzel anlaşıyordu Pati ile. O da isterdi Pati ile iyi anlaşsın, bütün gün oyun oynasın. Olmamıştı işte. Böyle öğrenmişti hayatta her istediğini elde edemeyeceğini. Bir gün Pati’yi bir kuyunun içinde bulmuşlardı. Ne yaptılar ne ettilerse çıkaramamışlardı. İtfaiye ekibi de gelene kadar orada boğulmuştu hayvancağız. Ablası ağlayarak odasına kaçınca o da peşinden gitmişti. Odasına girip usulca sarılmıştı ona fakat ablası onu itmişti. Onu Pati'yi kuyuya atmakla suçlamıştı. Emre çocuk aklıyla bu duruma bir anlam verememişti ama bir şey de dememişti. Bunları düşünürken aniden suyun içine düştü. Bir yosuna ayağı takılmıştı. Hemen telefonunu cebinden çıkarıp suyun üstünde tuttu. Umarım bir şey olmamıştır diye düşündü. Bir an önce ayağa kalktı. Sırılsıklam olmuştu. Hemen ayakkabısının tekini yakaladı. Diğer tekini bulamamıştı. Yanına baktığında öbür tekin şelaleden aşağı doğru düşmek üzere olduğunu gördü. Artık çok geçti. Önce telefonunu hallettikten sonra aşağı inip ayakkabısını almaya karar verdi. Sudan çıktıktan sonra hemen telefonunu kontrol etti. Hala çalışıyordu. Şelaleye doğru yürümeye başladı. Etraf kayalık olmasaydı koşardı. Sonunda şelaleye vardığında aşağıya inebileceği bir yer ararken aklına bunca şeye bir fotoğraf için girdiği geldi. Hafifçe sırıttı ardından telefonunu çıkarıp şelalenin bir fotoğrafını çekti. Sonuçta bunca çaba boşa gitmemeliydi değil mi? Aşağı inebileceği bir yer bulduktan sonra bir elinde ayakkabısı üzerinden sular akarken tekrar kayıp düşmemeye dikkat ederek kayaları tek tek geçmeye başladı. Sonunda aşağıdaydı. Şelalenin oluşturduğu gölün etrafında bir süre dolaştıktan sonra ayakkabısını gördü. Çok şükür su şeffaftı da içine girmesine gerek kalmamıştı. Göl derin değildi. Hemen ilerleyip ayakkabısını aldı ve karaya gitti. Başından beri yanında olan teki ayağına geçirmeye çalıştı ama sanki içindeki bir şey engelliyordu. Elini ayakkabının içine sokup bu şeyi çektiğinde bunun çorabı olduğunu fark etti. Önce çorabını ayağına geçirip sonra da ayakkabısını giydi. Ayakkabısının öbür tekinin içine elini uzattığında çorabının orada olmadığını fark etti. Etrafına bakındı ama yoktu. Çok yorulmuştu. Bir de çorabı aramaya girişemem diye düşünüp ayakkabısını ayağına geçirdi ve ayağa kalkıp ayaklarından şap şap sesler çıkartarak çadırına doğru yürümeye başladı. Göletçiğin yanından geçerken kurbağanın artık orada olmadığını fark etti. Biraz daha ilerledikten sonra çadıra varmıştı. Üstündekileri çıkardı ve yerdeki kurumuş sonbahar yapraklarının üzerine serdi. Etraftan birkaç taş topladı ve uçmasın diye giysilerin üzerine koydu. Çadırının ağzını araladı ve sonunda zor da olsa çadırın içine girdi. Kendini hemen yüz üstü attı matın üzerine. Neler yaşadım ben son onbeş dakika! diye düşündü.

***

Telefonunun çalmasıyla birden gözlerini açtı. Uyuyakalmıştı. Bir süre etrafa bakındıktan sonra telefonunu eline aldı. Arayan ablasıydı. Telefonu açtı;

-Alo?

-Neredesin sen!

-Evdeyim abla.

-İki saattir kapıyı çalıyorum ama açan yok nedende.

-Benim evin kapısını mı?

-Yok canım, kendi evimin kapısını.

-Tamam abla ya başlama yine.

-Oyalanma da aç kapıyı.

-Açmasam?

-Niyeymiş o?

-Iı şey, hastayım da...

-Ne hastalığı?

-Üşütmüşüm. Biliyorsun, sonbahardayız.

-İyi madem sonra uğrarım. Hadi kapattım görüşürüz.

-Görüşürüz...

Emre telefonun kapandığını görünce sesli bir of çekti. Ablası neden evinin önündeydi ki sanki? Biraz yalnız kalmak istemişti sadece ama onda bile bir yolunu bulup rahatsız etmişlerdi. Gerçi onda da biraz suç vardı. Ormana gideceğini söylememişti ki nerden bilsinler. Gerçi söylese biz de geleceğiz diye tuttururlardı. Tek çözüm böyle haber vermeden gitmekti. Her neyse dedi kendi kendine. Telefonunu sırt çantasının içine koydu ve kenarda duran kitabını eline alıp kaldığı yerden okumaya devam etti.

Okuduğu kitap bir yazarın otobiyografisiydi. Yazarın savaşta pilotluk yaptığını anlattığı bölümdeydi. Yazar kaza geçirip görme kaybı yaşamıştı ama hala yazıyordu. Emre, yazarın yaşadığı bu sıkıntıya rağmen hala yazmasından çok etkilenmişti. Engeli yüzünden pes etmemişti. Bunun birçok kişiye ilham kaynağı olabileceğini düşündü. Bir sonraki sergisinin konusunun bu olmasına karar verdi. Kitabını dizinin üstüne koyduktan sonra sırt çantasından telefonunu çıkarıp notlar adlı uygulamayı açtı. Sergi fikirleri adlı notuna girdi ve sayfanın en üstüne bu fikri ekledi. Yazdığını okuduktan sonra telefonunu kapatıp çantasının içine geri koydu. Dizinden kitabını aldı ve okumaya geri döndü.

Emre, bir anda acıktığını hissetti. Kitabını çantasına koyduktan sonra kırmızı montunu sırtına geçirip çadırdan çıktı. Arabasına doğru yürümeye başladı. Yanında getirdiği yemekler arabasının bagajındaki taşınabilir buzluktaydı. İlerlerken sönmüş bir kamp ateşi gördü. Arda kalan odunun külleri rüzgarla etrafta uçuşuyordu. Az sonra arabaya varmıştı. Bagajı açıp içinden kamp sandalyesini ve tüpünü aldı. Tam çadıra geri dönecekti ki yemeği almayı unuttuğunu fark etti. Taşınabilir buzluğun içinden üç tane köfte ve biraz da fırında patates aldı. Bunları yanında getirdiği çelik kasenin içine koyduktan sonra arabasını kilitleyip çadıra geri döndü. Sandalyesini yerleştirdikten sonra elindeki eşyaları üzerine gelişigüzel koydu. Artık eli boşaldığına göre tüpü yerleştirip yakabilirdi. Tüp hallolduktan sonra tası üzerine koydu. Buzlukta olmasından dolayı köfteler donmuştu. Bunu fark edince hemen tüpü kapattı. Köftelerin çözülmesini beklerken anıları aklına geldi. Eskiden annesi buzluktan bir şey aldığında üzerindeki buzları kar sanırdı. Bunları düşünürken köfteler çözülmüştü bile. Hemen tüpü açıp köftelerle patatesleri pişirmeye koyuldu. Beklerken çadırdaki çantasından bir muz alıp yedi. O muzu yerken yemek de pişmişti. Çok acıkmış olmasından gerek tasın içindekileri hemencecik bitirmişti. Etrafı toplayıp eşyaların rüzgardan uçmayacağını kesinleştirdikten sonra çadıra girdi. Tam matın üzerine yatmıştı ki sırtında bir batma hissetti. Hemen kalkıp ne olduğuna baktı. Böcek gibi bir şey beklerken batan şeyin aslında kalemi olduğunu fark etti. Muzu alırken çantasından düşmüş olmalıydı. Kalemi çantasına geri koydu ve matın üzerine geri yatıp uykuya daldı.

Ablası telefonunda kurduğu alarm gibi ses çıkarıyordu, ne garip. Sonsuzluğa uzanan beyaz bir odanın içindeydi. Rüya görüyor olmalıydı. Rüya kelimesi aklından geçtiği anda uyandı. Bir an önce telefonunu çantasından çıkardı ve alarmı kapattı. Ne olurdu sanki değiştirse şunu? Telefonunu kapatmaya çalışırken bir ekran fotoğrafı çekti. Oflayarak fotoğrafı silmek için galeriyi açtı. Fotoğrafa tıkladı ve sildi. Otomatikman bir önceki fotoğrafa geçmişti. Tam telefonu kapatacakken bir şey fark etti. Fotoğrafta suyun üstünde kayıkla duran bir aile vardı. Bunu ordayken fark etmemişti. Acaba kendisi oraya inene kadar onu fark edip gitmişler miydi? Ya da kendisi mi fark etmemişti kocaman kayığı? Şelaleye geri dönmeye karar verdi. Üstünü değiştirip kırmızı montunu da sırtına geçirdikten sonra çadırından dışarı çıktı. Telefonunu da yanına almıştı. Şelaleye doğru ilerlerken attığı her adımda merakı artıyor, merakı arttıkça da adımları hızlanıyordu. Artık koşmaya başladı. Şelalenin yakınlarına geldiğinde yavaşladı. Kıpırdayan bir şeylerin olduğunu fark ettiğinde yavaşça bir ağacın arkasına geçti. Fotoğraftaki gibi suyun üzerinde bir kayık vardı ama boştu. Kayık tanıdık gelmişti Emre'ye. Sonradan hatırladı bu kayığı. Daha önceden buradayken karada duruyordu. Suyun üstünde değildi ki. Şelalenin üst kısmında fotoğrafı çektiği zaman görememişti. Zaten o kısım görüş açısına girmiyordu. Kameranın kadrajına girmesinin sebebi herhalde telefonu kaldırabildiği kadar yukarı kaldırmış olmasıydı. Çektikten sonra öyle dikkatlice bakmamıştı. Belki de baksaydı fark ederdi. Tam ağacın arkasından çıkacakken iki tane çocuk belirdi. Etrafta koşuşturuyorlardı. Arkalarından da daha büyükçe bir çocuk gelip kayığa doğru ilerlemeye başladı. Kayığın içinden bir sepet aldıktan sonra karaya geri döndü. Sepetin içindeki örtüyü yere serip sepeti de ortasına koydu. Küçük olan çocuklar hemen oraya koştu ve sepetin içindeki poğaçaları yemeye başladılar. Bir yandan da başka bir dilde konuşuyorlardı. Bu dilin ne olduğunu anlayamamıştı Emre. Telefonuyla çocukların bir fotoğrafını çekti. Fotoğrafı büyüttüğünde küçük çocuklardan sarışın olanının ayağında kaybettiği çorabının olduğunu fark etti. O çocuğun diğer ayağı ve diğerlerinin de ayaklarında hiçbir şey yoktu. Bunu videoya çekip ablasına attı. Ardından da mesajla annesine bir şey söylememesini tembihledi. Bir süre geçmişti ama ablası görmemişti. Herhalde uyuyordu. Çadıra geri dönmeye karar verdi. Çocukların onu fark etmemesi için sessiz olması gerekiyordu. Yapraklara basmamaya dikkat ederek yola koyuldu.

Ablası çok geçmeden mesajına geri dönmüştü. Emre kamp sandalyesinde oturmuş bileğinde tokası öbür elinde de tarağı saçını toplamaya çalışıyordu. Gelen bildirime hiç aldırış etmeden saçını toplamaya devam etti. Ardından telefonunu alıp bildirimi açtı. Tahmin ettiği gibi gelen mesaj ablasındandı. Nerde olduğunu sormuştu. Bizim kamp yerindeyim diye cevap verdi. Yazdığı gibi de ablasından bir arama geldi. Öfleyerek açtı. Yine başlayacaktı ablası söylenmeye.

-Kamp yerinde ne işin var senin? Hasta değil miydin?

-Yok abla dırdırınızdan kurtulup biraz kafamı dinleyeyim demiştim.

-E sen evde değildin yani?

-Değildim. Hem sen niye benim eve uğradın ki?

-Saat kayışı sipariş etmişsin internetten yanlışlıkla adresi de annemin adresi olarak girmişsin.

-Yok ya onu bilerek yaptım dışarıda olduğum zamana denk gelirse diye.

-Hem o videodaki çocuklar kimdi?

-Bilmiyorum. Farklı bir dilde konuşuyorlardı. Gelirken fotoğraf makinamı da alır mısın?

-Nerden çıkarıyorsun geleceğimi?

-Yola çıktığını ikimiz de biliyoruz abla.

-Bırak söylenmeyi de söyle fotoğraf makinan nerede?

-Kitaplıktaki raflardan birindeydi sanırım. Ayrıca bu seferki hızın rekordu, tebrik ederim.

-Rekormuş! Dönünce gösterir sana annem rekoru.

-Söylemedin değil mi? Biricik kardeşine kıyamazsın değil mi biricik ablacığım?

-Tabiki de kıyamam biricik kardeşim. Bu yüzden sen söyleyeceksin.

Ablası bunu söyleyip telefonu kapatmıştı. Bu sonu olmasaydı bari. Telefonunu bir kenara bıraktıktan sonra etrafın ne kadar dağınık olduğunu fark etti. Ablası bunu görürse işini bitirirdi. Hemen etrafı toplamaya girişti.

Etrafı topladıktan sonra arabasının yanına ablasını beklemeye gitmişti. Kaldırıma oturmuş telefonuna bakarken birinin kafasına hafifçe vurmasıyla kafasına telefonundan kaldırdı. Sesli bir of çektikten sonra ayağa kalkıp çadıra doğru hızlıca yürümeye başladı. Beraber ne kadar az zaman geçirirlerse o kadar iyiydi.

-İnsan bir hal hatır sorar ne bu kabalık!

-Nasılsın?

-İyiyim iyiyim. Ay kabalık olmasın diye iyiyim diyorum da çok yoruldum. İştir, evdir, annemdir falan koşuştura koşuştura pilim bitti. Geçen de dışarı çıktım pazara diye bir de kimi gördüm bir bilsen!

-Kimi?

Emre buradan sonra adımlarını daha da hızlandırıp dinlemeyi bırakmıştı. Arada bir ablasının dediklerini onaylıyordu, dinlemediğini anlamasın diye.

-Bak dün annemle konuşuyordum karar verdik seni Hatay'a gönderiyoruz. Annem orda bi kız bulmuş evlenirsiniz.

-Olur.

-Bak şartları da var ama . Fotoğrafçılığı bırakacakmışsın!

-Bırakırım.

-Kasapları varmış. Kızlarıyla evlenen bütün gün orda çalışıp ciğer kokmazsa adamdan sayılmıyormuş, öyle dediler. Çalışırsın değil mi?

-Çalışırım.

-Saçını da kesmen lazım yalnız. Öbür türlü kabul etmezlermiş.

-Sorun yok keserim öyle çok da sıkıntı değil.

-İyi bari ben annemi arıyorum, haber vereceğim. Beklemeye gerek yok hemen yarın gidip isteriz kızı. Sonraki gün de düğünü yaparız. Beklemeye gerek yok hemen evlenin.

-Haklısın, beklemeye gerek yok hemen evlenelim. Bir dakika ne?

Emre durmuş ablasına şaşkın şaşkın bakarken ablası gülmekten iki büklüm olmuş yerde yatıyordu. Biraz sakinleştikten sonra ne olduğunu açıklamaya başladı.

"Senin dinlemediğini fark edince biraz eğleneyim dedim. Ciddi değildim merak etme." Emre ablasına kızmak istemişti ama dinlemediği için kendinde de biraz suç vardı. Birkaç adım sonra çadıra varmışlardı. Ablası kamp sandalyesinde kendisi de bir kütüğün üzerinde oturmuş sohbet ediyorlardı. Bu sohbetleri ablası çocukları sorunca sona erdi. Sultan hazretlerinin isteği doğrultusunda videoyu çektiği yere gittiler.

Çocuklar hala oradaydı. Bir süre onları izlediler. Aralarındaki sessizliği ablası bozdu. "Onca filme çevirmenlik yaptım fakat bu dili hiç duyduğumu sanmıyorum.". Ablası dalmıştı. Büyük ihtimalle düşünüyordu. Sessizliği bozma sırası bu kez Emre'deydi. "Belki de Afrika gibi pek film çekilmeyen bir yerdendirler. Olamaz mı?" Ablası çocukları inceledikten sonra konuşmayı devam ettirdi. "Saçmalama. Çocukların üzerindeki giysinin büyüklüğünden derileri pek gözükmüyor ama ayaklarına baksana. Afrikalılar siyahiler bu çocuklarsa beyaz." Bir süre daha çocukları izledikten sonra havanın kararmaya başladığını fark etmeleriyle çadıra geri döndüler. Emre ablasına yer açılması için çadırın içindeki çantasını ve diğer ıvır zıvırlarını dışarı çıkardı. Sanki çadır aniden büyümüştü. Biri bir kenara, öbürü öbür kenara yatıp uykuya daldılar.

***

Sırtında buz gibi bir basınçla birkaç metre ileriye savruldu. Korkuyla ayağa fırlamasıyla karşısında devasa bir solucan görmesi bir oldu. Solucanın hemen arkasında da devasa bir mantar vardı. Emre bu olanlara bir anlam verememişti. Etrafta gezinmeye başladı. Sadece solucanlar değil her şey devasaydı. Biraz daha ilerledikten sonra çadırını gördü. Kenardaki minik yırtıktan içeri girdi. Kurbağanın nasıl çadıra girdiği şimdi anlaşılmıştı. İçeri girdiğinde ilk fark ettiği şey etrafın mor bir ışıkla aydınlatıldığıydı. Çadırın tam merkezinde bir kazan vardı ve ablası bu kazanda bir şeyler pişiriyordu. Ablası bir anda onu eline alıp kazanın içine attı. Korkuyla gözlerini kapattı. Bir süre öyle durup hala kazanın içine düşmediğini fark edince gözlerini açtı. Uzayda süzülüyordu. Sanki kazan bir portaldı. Uzayda bir süre süzüldükten sonra bir yıldızın çekim alanına girdi. Hızla yıldıza doğru ilerlerken bir yandan da yıldızın sıcaklığıyla terliyordu. Neler oluyordu böyle? Bütün bunlar rüya olmalıydı. Başka bir mantıklı açıklaması olamazdı. Bunu düşündüğü anda uyandı. Hızlıca oturur pozisyona geçti ve kafasını çadıra çarptı. Canı acımamıştı fakat çadırın deli gibi sarsılmasına sebep olmuştu. Ablası korkuyla kalkıp bir çığlık attı. Zavallı dışarıda ayı olduğunu sanmıştı. Emre’nin kulakları ablasının attığı çığlıkla çınlıyordu fakat buna aldırış etmeden ablasını sakinleştirmeye koyuldu.

"Bugün yaşadıklarımı yazmam gerek fakat şu an yanımda kağıt kalem yok. Bu nedenle ses kaydı alıyorum." Emre kamp sandalyesinde oturmuş ablasının ondan izinsiz aldığı kalemle taşın üzerine bir şeyler çizmesini izliyordu. Geri almaya çalışmıştı ama ablası her zamanki gibi onu dinlememişti. "Bugün şelaleye döndük. Çocuklar yine oradaydı. Ablam onların yanına gitmeye karar verdi. Onlarla konuşacakmış. Çocuklar ablamı fark ettikleri anda son hızlarıyla ağaçların arkasına kaçtılar. Ablam çocukların gittiği yere doğru şaşkın şaşkın bakıyordu. Ben de ağacın arkasından çıkıp onun yanına gittim. Çocukların teninin çok beyaz ve saçlarının neredeyse beyaz olduğunu söyledi. Bunda pek bir gariplik yokmuş fakat bir tanesinin göz rengi kırmızıymış. Ablam bunu söyleyince şok oldum. Bir insanın gözü nasıl kırmızı olabilirdi ki? Şelalenin orada yaşadıklarımı ablama anlattıktan sonra çadıra geri döndük. Şu an ablam hala kalemimle taşın üzerine bir şeyler çiziyor." Emre ses kaydını kapatıp kaydettikten sonra çadırın içine girip kenara yattı.

***

Emre, sabah uyandığında ablasının orada olmadığını fark etti. Dışarı çıkıp ablasını ararken yüksekçe bir ağaç kökünün üzerinde tek ayağının üzerinde duran bir insan silueti olduğunu fark etti. Bunun ablası olduğunu anlaması için yaklaşmasına gerek yoktu. Kollarını n'apıyorsun dercesine havaya kaldırdı. Ablası onu fark etmiş olsa gerek "Aman, dur! Sakın gelme." diye haykırırcasına bağırdı. Emre ne olduğunu anlayamamış ablasına şaşkın şaşkın bakıyordu. Ablası ne kadar onun yaklaşmasını istemese de o buna aldırış etmeden yaklaştı. "Yaklaşma diyorum bak. Karıcaları ezeceksin!" Şimdi anlaşılmıştı ablasının neden böyle davrandığı. O hep karıncaları sevmişti. Küçükken evlerini karınca bastığında anneleri evi ilaçlatmıştı. Eve dönüp de karınca ölülerini gören ablası günlerce ağlamış, odasından çıkmamıştı. Emre karıncalara basmamaya dikkat ederek ablasına yaklaşmıştı. Ne olduğunu görmeye çalışıyordu. Karıncalar ağaç kökünün etrafında daire çiziyordu. Daha önce evlerini karınca bastığında böyle bir şey ile karşılaşmışlardı. Karıncalar eğer onları bir şey durdurmazsa ölene kadar dönüyorlardı. Bu yüzden bu olaya ölüm sarmalı deniyor olsa gerek. Oluşum sebebi yemek aramaya çıktıklarında yollarını kaybetmeleriymiş. Küçükken bu olayın ne olduğunu merak edince araştırmıştı. Acaba biz de kaybolunca daire çizseydik nasıl olurdu acaba, diye düşünmeden edemedi. Kenardan bir ağaç dalı alıp yavaşça karıncaları ezmemeye dikkat ederek daireyi bölecek şekilde yerleştirdi. Kolunun üzerine epeyce bir karınca tırmanmıştı fakat ölüm sarmalı bozulmuştu. Kolunu silkeleyip biraz geri çekildi ve karıncaların uzaklaşmasını izledi. Karınca sayısı epeyce bir azaldıktan sonra ablası yere, onun yanına atladı. Emre bir teşekkür beklerken ablası sadece "Hadi gidelim." demişti. Nereye diye soramadan ablası sanki onun ne soracağını anlamış gibi cevap verdi. "Çocukların ailesine."

***

Ablası Emre'nin başka bir soru sormasına fırsat bile vermeden çocukların kaldığı yere koşar adımlarla gitmeye başladı. Emre de koyun gibi onun peşinden... Çocukların kaldığı yere vardıklarında kimse orada yoktu. İkisi birden şelalenin etrafında biraz gezindikten sonra devrilmiş bir ağacın gövdesinin üzerine oturdular. Ablası Emre'nin aklında soruları olduğunu bildiği için neden buraya gelmek istediğini anlatmaya başladı. "Hani sen ya çocuklar Afrikalıysa demiştin ben de tenleri beyaz demiştim, hatırlıyor musun?" "Evet de bu konumuzla ne ala-" Ablası o kadar heyecanlanmıştı ki Emre'nin sözünü bitirmesi için bile sabredemiyordu. "Bir tanesinin gözü kırmızı. Tenleri her ne kadar bembeyaz olsa bile ten renklerini görmezden gelirsen tipleri aynı Afrikalı tipi. Ayrıca dilleri de Afrika'da kullanılan dillere gayet benziyor. Fark ettin mi bilmiyorum ama sanki güneş onları öldürecekmiş gibi derilerinin her bir yanını saklamışlar. Bir süre önce bir yazı okumuştum. Afrikada albinoların lanetli olduğunu düşünüyorlarmış. Komşuları, aileleri uğursuzluk getirdiklerini düşünüp onları katlediyorlarmış. Ayrıca orada doktorlar yerine büyücüler varmış ve bu kişiler albinoların el, kol gibi vücut uzuvlarının kesilip ve kaynatılıp tüketilince hastalıkların geçtiğine inanıyorlarmış. Hiç bana yüzünü buruşturma. Ne kadar canice olduğunun farkındayım." Emre ablasının bu söyledikleri karşısında ne diyeceğini bilememişti. Şok olmuş bir şekilde ablasına döndü. "İyi de bunu neden anlatıyorsun ki?" "Anlamıyor musun, albinoların teni pigment eksikliğinden dolayı bembeyaz olur. Bu yüzden derileri güneş ışınlarına karşı dayanıklı olmaz. Ayrıca çoğunun gözü mavi olsa da bazılarınınki mor veya kırmızı olabiliyor. Yani benim akıllı kardeşim bu çocuklar Afrikalı albinolar." Her şey bir anda daha mantıklı görünmeye başlamıştı. Sessizce şelaleye bakarken ağaçlardan aniden bir ses gelmesiyle hemen oraya doğru döndüler. Çocuklardan biri onlara doğru koşup ellerinden ağaçlara doğru çekti. Ağaç dallarının sıklığından dolayı güneş almayan bir yere geldiklerinde orada daha önce gördükleri üç çocuktan daha fazlası olduğunu fark ettiler. Kimi bu üç çocuktan daha küçük kimi de daha büyüktü. Kafalarını biraz sağa çevirdiklerinde iki tane yetişkinin onları biraz endişeli bakışlarla süzdüğünü fark ettiler. Onlarla konuştuktan sonra çocuklara bakan bu iki kişinin albinoları koruyan kamplarda büyüdüğü ve şimdi albino çocuklara büyüdükleri bu kampta baktığı fakat kampın yerli halk tarafından yakıldığını, bu olayın daha önce çokça kez yaşandığını ve çözüm olarak buraya göç ettiklerini öğrendiler.  Ülkede bulunmaları yasal olmadığı için de saklanıyorlarmış. Bir süre konuştuktan sonra kamp yerine geri dönüp eşyalarını toplayıp arabalarına yüklediler. Eve dönme zamanı gelmişti. İkisi de bu öğrendikleri karşısında sessiz sessiz duruyordu. Kendi arabalarına binip kendi evlerine geri döndüler. Ertesi gün Emre ablasıyla anlaşıp herkesi bilinçlendirmek amacıyla bir sosyal medya hesabı açmaya karar verdi. Kim bilir, belki yeterli kişiye ulaşıp bu çocukların artık rahat rahat yaşayabilmesi için yeteri kadar para toplayabilirlerdi.

ONYX – Mayıs 2021

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder